Bayramlık Suratlar..

BAYRAMLIK SURATLAR…

Görsel

Ne zamandır yazmak istiyorum fakat elim bir türlü gitmiyor klavyeye, arada oluyor bu bana. Kendimle yüzleşmek istemediğim anlarda o içe dönüş kısmının sancılı durumundan kaçıyorum sanırım, bilemiyorum.

Bugün de öyle, Allah ne verdiyse takılalım diye geldim. Belki en boktan, en aciz halimi ortaya sermek için ya da sessizliğimi sizinle paylaşmak için. Adını sen koy artık okuyucu arkadaş.

Mutlu bayramlar..

Yaşlı teyzeler gibi başlamayacağım “ahhh, ahhhhh nerde o eski bayramlar” diye. Zira, o teyzelerin özlediğinin bayram olmadığını hepimiz biliyoruz nihayetinde. Gençliklerini, uzanmaya çalıştıklarını, dostluklarını, sevdiklerini özlüyor onlar.

Ve bende…

Sevmiyorum ben artık bayramları…. Çünkü o günün bayram olduğunu hatırlatacak bir el yok . Öptüğüm ellerde karmaşık bir ego hassasiyeti.  Büyüdün sen diyor bir ses, büyüdün. Bayram çocuklara….

Çocuk olmak da istemiyorum ki ben. Belki bir dokunuş, belki bu bayramda iyiki yanımızdasın sesi. Var olduğunu hissetmek. Huzurlanmak…

Ne dersin okuyucu arkadaş çok mu hayale düştüm ben? Çok zor kabullenişler mi istedim? Artık bayramları sevmiyorum diye ben yine hata mı ettim…?

Bu bayram da ben en ucuz maskemi takıp gülen gözlerimle selamlayacağım öpülecek elleri. Şekerler dağıtıp şekerli yalanlar söyleyeceğim. Sonra yeniden, sen yoksun diyecekler yoksun.  Bayramlar çocuklara…!

TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI – NAZIM HİKMET

I

Senin adını
kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
bana yasak…
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
onun bu an
böyle zayıf
böyle hodbin
böyle sadece insan
oluşu.
Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
bana aylardır
kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
bu demirli pencere
bu toprak testi
bu dört duvardır…

Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
acayip fısıltısı
toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.

Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
kafamın içinde duymak…

II

Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire…
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar…
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş…
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
yürür…
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
dışarda akşam olur,
bulutsuz bir bahar akşamı…
İşte içerde baharın en kötü saati budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
hürriyet denen ifrit…
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
bittecrübe sabit…

III

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…

A

Ne idüğü belirsiz kelimeler takip ediyor beni!
gidip saklandığım anlamlarda
hoş bir yan yok! Belki de
ölümü biraz teşvik etmeli!

Suya eğiliyorum. Su da bana eğiliyor gibi.
Adımı söylüyorum. Su da adını söylüyor sanki.

Bu tuhaf adamların bilmeceleri çözmeleri imkansız!
birer harf gibi duruyor kentler haritanın ortasında
düzden de okusan, tersten de okusan
hayat değişmeyecek besbelli!

Satın alınmayacak bir gazete adeta içimdeki buzul dağ,
köşeyazarı bir ırmak akıyor
boğuyor cesur bir okura benzeyen ilk halimi!

Taklitlerinden sakınılan bir ‘gece’
yatıyor uzayda sereserpe özgür, özgür ama serseri!

galiba cismim
yıldız yağmurunda rüya şemsiyesini açan casus gemi!

Evet!
Ne idüğü belirsiz kelimeler takip ediyor beni!
her dakila yaklaşsalarda

ele vermiyorlar bedenimi!

KÜÇÜK İSKENDER.

BEYNİN SENİNLE TANIŞMAK İSTİYOR. YA SEN?

Tesadüfen denk geldiğim güzel bir yazı.

ÖĞRENMEYİ ÖĞRENİYORUM

BEYNİN SENİNLE TANIŞMAK İSTİYOR. YA SEN?

        Doğduğunda korkuların yoktu, güvensizlik nedir bilmezdin. Emeklemeye başladığından “Ya emekleyemezsem” demedin.

         İlk defa ayakta durmak için kalktığında düşebileceğini düşünmedin. Sonra düştün ve yeniden kalktın. Yürümek için ilk adımı attığında çevrendekiler nasıl da sevindiler? Sen daha hızlı yürümek için adım atarken korkmuyordun. Oysa annenle babanın ödü patlıyordu.

         Ve koşmaya başladın. Hiç kursa gitmeden, özel hoca tutmadan konuşmayı öğrendin, hem de hiç yanlış yapmadan. Üç yaşına geldiğinde sana tamamen yabancı olan bir dili öğrenmiştin.

         Hiç durmadan soruyordun, çünkü merak ediyordun, çünkü her şey senin için yeniydi, gizemliydi.

         Konuşmaya başlamana çok sevinen anne-baban zaman zaman sorularından sıkılmaya ve baştan savma cevaplar vermeye başladı değil mi? Başta “konuş, hadi bir daha söyle” diye başlayan kelimeler “sus artık, git babana sor”la yer değiştirmeye başladı.

        Ve seni alıp okula götürdüler. Senin gibi birçok arkadaşın vardı. Koşa koşa gitmiştin. Öğretmenine gülümserken gözlerinde çiçekler açıyordu. “Öğretmeniiiim” derken ağzından bal akıyordu. “Tahtaya kim gelmek ister?” sesi duyulduğunda tüm sınıf koşuyordu değil mi?
  

         Sonra ne oldu?

         Önceleri konuşman, sorman için sana cesaret verenler seni susturmak için çabalamaya başladılar. “Suuus” diye sesini yükselttiler. Önceleri kısık sesle konuşmaya devam ettin. “Keeeessss” diye bir haykırış duyduğunda sustun.

         Bir yanlış yaptığında “salak” dediler. Tahtada matematik probleminin sonucunu eksik yazdığında tokat yedin belki de. Heyecandan kızardın, bildiklerini de hatırlayamadın. Bazı arkadaşların acıyarak bakarken bazıları güldüler sana.

         Sen büyüdükçe beynine yapılan saldırılar arttı: Salak, aptal, manyak, hayvan, geri zekalı, öküz kafalı, serseri, kuş beyinli, zeka özürlü gibi hakaretler yağdı üzerine.

         Önce gözlerinin ışığı azaldı. Daha az güler oldun. Sonra gülümsemeyi bile unuttun. Kendine güvenini yitirdin. Dünyayı bile yörüngesinden çıkarabileceğine inanan sen kitapta okuduğun yörüngenin ne demek olduğunu bile anlamamaya başladın. Önceleri sen dev gibiydin, dersler karşısında karınca gibiydi. Sonraları sen karınca gibi küçültüldüğün için dersler karşında aşılması imkânsız dağlar gibi oldu.

         Doğduğunda göz kamaştırıcı bir pırlantaydın. Sanki yere düşüp çamura, toza toprağa bulandın. Fark edilmiyorsa bile biliyor musun yine pırlantasın. Göz kamaştırman için tozlarının silinmesi gerek değil mi?

         İnsanın bir mücevher sandığının üzerinde oturması ve bundan habersiz, bir ekmek parası için dilenmesi ne acı değil mi? Türkiye’nin iki trilyon dolarlık bor madeninin üzerinde oturup üç-beş kuruş borç istemesi de çok acı…

         Bunlardan daha acı olanını biliyor musun?

         Senin muhteşem bir beyne sahip olup onu kullanmayı bilmediğin için not, net, puan ve başarı dilenmen[/b]

 

not : http://www.kendinigelistir.com/forum/seminer-ozetleri/ogrenmeyi-ogreniyorum/ linkinden alıntıdır.

Anadolu Beylikleri…

“Ben hayatta yaptığımız hiç bir şeyden pişman olmadım.”

“Pişman olacağım şeyi asla yapmam”

“Keşke hiç demedim”

“Kesseler asla yüzüne bakmam ben onun”

Milyon çeşit kişiliğin var olduğu nadide ülkemizde (hatta dünyamızda) bizi anlatmayan, bizden çok uzak olan kimlikleri gördükçe gözlerine, kulaklarına inanamıyor insan… Öyle kocaman sözler, büyücek yanılmalar… Her biri birbirinden alevli, her biri birbirinden antidepresan.
Ürküyorum ben, daha da endişeleniyorum kendimi kandırdığımız saatlere denk düştüğümüz anlarda…
Büyük bir kavganın içine atıldığımızda, görmekle var olmak arasındaki ince çizginin sessizliği bürüyor içimizi… Sonrasında da yollar ayrılıyor.
En zayıf yanımızı çok güçlü gösterme durumları ya da insan olma meziyetinin fabrika ayarlarına dönüş kısmı acizliğini kabullenmek.
Ben hayatım boyunca ikinci kısım tarafında olmak istedim hep. Başarısızlıklarım oldu, ve çok kez kendimi tanıyamayışlarım, büyük heyecanla başladığım şeylerin aslında bana ait olmadığını anlama sancılarım. Çok pişmanlık çektim, çok düştüm, çok dibe çöktüm…
Ama hep kabullendim…

Pişman olabilmenin erdemine yükselebilmek güzel gelirdi bana çünkü, insandım o kadar da sistematik, mükemmel olmayan bir mekanizmanın defolu parçasıydım.
Sen de öyleydin, onlar da iç seslerinde aynı dizeleri tekrarladı hep, ama hep korktuk yenildiğimizi kabullenmekten… Etrafa saldırdık…! Oysa hepimiz biliyorduk ki zaman şekillendiriyordu bizi, aynı ritimde gitmeyen bir kalp grafiğinin sancılı dökümüydük.  Asla yapmam dediğimiz şeyleri yapmaya başlayabilirdik, çok pişman olup bir arkadaşımızdan özür dileyip , keşke hiç doğmasaydım da diyebilirdik.
Öyle bir şey ki hayat, her gün yeni bir şey öğretiyor ve büyümeye başladığın an “asla yapmam” dediğin şeyleri yapmaya başlıyorsun. Ki; olgunlaşmak böyle bir şey sanırım daha esnekleşiyor daha olabilirli cümlelerin ortasına giriyor insan.
Küçük bir çocuğun yere düşüp dizini kanatmasındaki öğrenme durumu gibi, kenetlenen hatalar daha özel kılabiliyor yarınları. Tam yenildiğin, güçsüz kaldığın zamanlarda elini tutan iç sesin oluyor çünkü, “yenildin kaybettin ve yeni bir şey öğrendin!” ve şimdi kalkma zamanı diye fısıldıyor kulağımıza…
İşte tam da ağzını açmak istediğin zaman Anadolu beyliği laflara, havada kalıyor bütün güzellikler, kötüyü kabullenmeden, iyiye ulaşamamanın hüznünü çaktırmak istemeyişin havada kalıyor!

Küçücük kalbinden çıkan büyücek, bencil sözler öldürüyor mütevazılığımızı..

Pişman olmak erdemdir, anladığına işaret eder bazı zamanlarda. Yeni bir yaşanmışlığa cesaretini tetikler hataları kabullenme durumu.. Örter kibirini, at gözlüklerini…
Ve şimdi kaybettin! Neden kaybettiğini düşünmek yerine, “keşkeleri” hayatından silmeye çalışırsın bilirim… Gel gör ki insansın, duygularını en değişken yaşayan yaratıksın…
Anadolu beyliği laflar silemez aslalarını, keşkelerini.  En önemlisi yarına açılacak pencerendeki karanlıklarını….
(Bu yazıyı yazdığım için hiç pişman olmayacağım desem ne kadar tutarlı olabilirdi ki)
Sevgiler,

Ben hiç yetişemedim zamana…

Görsel

Ne çok şey var yapmam gereken…

Bulaşık makinasındaki tabaklar mesela

Ütü masasındaki çamaşırlar,

okunmayı bekleyen kitaplar,

yazılması gereken hikayeler.

Dostluklar sonra….

kendimden kaçtığım zamanların bedeli, bir kenarda sarılmayı bekleyen dostluklar,

ıslanılacak yağmurlar…

Ve daha fazlası…

Daha fazla yetişemediğim zamanlar,

daha fazla sustuğum yarınlar…

FUCK PMS


Erkeklerle yıllardır aynı konu üzerinde tartışma yaşayıp duruyoruz.

E: Bizim işimiz çok zor.

K: Hayır bizimki çok daha zor.

E: Sen bi askere git bakalım. Sünnet ol ya da!

K: Bana bak açtırma ağzımı. Her ay kadınlık çilesini çek, hamile kal, aşer, hatta çocuk doğur, emzir, donunu temizle, büyüt, bulaşıkları yıka, evi temizle, zeytinyağlı sarma sar…. bla bla blaa(Bu böle sürer gider, konuşma konusunda kadının üstüne yoktur bilirsiniz)

//(Video bknz:Erkekleri değil kendimizi anlamamız gerekiyor biliyorum )

Tartışmalar her seferinde aynı heyecanla sürüp giderken erkekleri de anlamaya çalışmaya hiç bir şekilde zaman bulamayız. Bizi anlasınlar, bizi düşünsünler isteriz genelde.

Ama öyle bir konu var ki, hiç bir erkeğin anlamlandıramayacağı, hissedemeyeceği sadece saçmalıyor yine diyebileceği…

Evet Pms! Kapı gıdıcırtısına bile göz yaşı dökebileceğiniz, en gereksiz zamanlarda hiç olmadık insanları özleyebileceğiniz, normal zamanlarda gülüp geçtiğiniz bir konuya yastık fırlatabileceğiniz zaman dilimi.

Yaşın ilerlemesiyle birlikte daha da güçlü bir mekanizmaya sahip olan bu şey kadınların malum zamanlarından bir kaç gün önce hayatlarına işkence gibi çöker. Bu zamanlarda daha asabi, daha duygusal, daha yalnızdır kadın. Ağlamak için boktan bir sebep yeter de artar bile, erkek sadece bakakalır. Yapacak çok da fazla bir şeyi yoktur. İlk insan devrinin ortak yansıması, doğal bir işleyiş çünkü. (Regl gibi, çocuk doğrurmak gibi.)

Bende isterim PMS kaldırılsın boykotlarının içinde olmayı, sosyal platformlarda bunun için örgütlenmeyi.!Ama maalesef…Eskiyen elbiselerime hüzünlenme kafası beni de çok yoruyor çünkü:)))

O zaman hep birlikte FUCK PMS diyoruz kızlar.

http://fuck-pms.livejournal.com/

Sevgiyle kalınız.

Dönmek ne demek…

Dönmek ve ben

En son videoda gördüğünüz dizelerde kilitlendim bu kelimeye, “dönmek”…
Bazen öyle zorki başladığın yere geri dönmek, ki başlangıcının neresinin olduğunu bilmediğin de boşluklar hep çok soğuk. Yeni hayatlar, yeni bilinçaltları ve korkular ötesini sorgulamayı hayal edilemez hale getiriyor gün geçtikçe. Ordayım, bazen de heryerde. Ve en çok da kendimden kaçtığım yerde…